affet beni sevgilim
yazamiyorum
gitmiyor ellerim
birak
bir kerecik
yapmam gerekini yapayim
gonlumce davranip
kendimi tekrarlamayayım
29 Eylül 2008 Pazartesi
sağ ol, sevdiğim
geldin, gelmekle
ne iyi ettin
yollardaydı gözlerim.
yakıp tüketen
ateşler saldın içime -
Çok yaşa!
yokluğunda
bitmek tükenmek bilmeyen
saatlerce yaşa!
Sappho
ne iyi ettin
yollardaydı gözlerim.
yakıp tüketen
ateşler saldın içime -
Çok yaşa!
yokluğunda
bitmek tükenmek bilmeyen
saatlerce yaşa!
Sappho
28 Eylül 2008 Pazar
oyuncak müzesi
ve hayal dükkanından ilk hayalimi aldım!!
bir gün dolu dolu İstnabul, Göztepe'deki müzeye çevrilmiş köşkte bir gün boyunca doya doya oyuncak tarihinde yolculuk yapmanın keyfini yaşadım.
Sunay Akın'ı bu harikulade fikri ve onu gerçeğe dönüştürmedki azmi ve kararlılığı için tebrik ediyoruz!!
Şehir'de bir zürafa misali aykırı ve sevimli, şehrin renklerinden ayrı kirlenmemiş, koşturmamış, stres nedir tanımamış, grileşmemiş, kendini yitirmemiş güzelliğini ve özgünlüğünü koruyan bir zürafa misali şehre renk katıyor bu müze. Aslında bir değil tam 3 tana zürafa karşılıyor sizi müzenin girişinde. Sokağın başına gelir gelmez adet yol gösteriyorlar.
Müzenin bahçesinde keloğlan, Nasreddin Hoca, sevimli kedi Tom oynamakta. Ahşep basamakları çıkıyorsunuz ve artık hayal gücünün onlarca farklı senaryoda bir birinden ilginç roller biçtiği bu kahramanlar diyarında onları, onlarla oynayan çocukları, kendinizi, çocukluğunuzu ve oyunlarınızı düşündüren bir seyre dalıyorsunuz.
Bu müze çocuklar kadar -hatta belki daha çok- büyüklere bir hediye. İçindeki masumiyeti ve içindeki çocuğu hatırlama onu uyandırma ve oyun oynamanın verdiği o muhteşem hayalgücünü yeniden anımsama adına bir enerji yumağı bu atmosfer.
Bir düş ülkesine yolculuk yapmak istiyorsanız gidin bu müzeye, bir süreliğine çocuk olun, sonra hayran kalacaksınız bütün o çeşit çeşit renk renk oyuncaklara ve gerçekten dileyeceksiniz tekrar çocuk olup onlardan biriyle oynayabilmeyi...
Belki tekrar çocuk olmak mümkün olmayacak ama olsun, içinizdeki masumiyet biraz daha artacak, biraz daha canlancaktır.
Müzenin çıkışında Sunay Akın'a rastladık, biraz sohbet etme imkanımız oldu. Belli aralıklarla müzenin içindeki oyuncakları değiştirdiklerini söyledi. Yani aslına bakarsanız üç ayda bir ziyareti hakediyor bu müze. Belki beni hayal kırıklığına uğratan tek şey fotoğraf yasağıydı. Onu da açıkladı Sunay Bey, önceleri flaşsız çekime izin veriyorlarmış ama yanlışlıkla o kadar çok flaşlı çekim yapan olmuş ki, "ay pardon açık kalmış"larl baş edemeyip toptan yasaklamak zorunda kalmışlar. Eh hak vermemek elde değil, ne de olsa amaç 1800'lerden başlayan bu oyuncak serüveninin gelecek kuşaklara korunarak kalabilmesi.
Ayrıca web sitesinden de (http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com) takip edebileceğiniz çocuklara yönelik pek çok etkinliği var. Hem çocukları müzeyle tanıştırmak müzeyi anlatmak içinde çok güzel bir fırsat, hem de bu etkinliklere katılarak eğlenmelerini ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak mümkün. Etkinliklere bir de alıcı gözüyle bakmak mümkün çünkü yetişkinler içinde çeşitli seminer ve eğitimler mevcut.
Şehrimize katılan bu güzelliğin tadını çıkarmak ve ona sahip çıkmak adına herkese oyuncak müzesini ilk fırsatta ziyaret etmeyi öneriyorum.
bir gün dolu dolu İstnabul, Göztepe'deki müzeye çevrilmiş köşkte bir gün boyunca doya doya oyuncak tarihinde yolculuk yapmanın keyfini yaşadım.
Sunay Akın'ı bu harikulade fikri ve onu gerçeğe dönüştürmedki azmi ve kararlılığı için tebrik ediyoruz!!
Şehir'de bir zürafa misali aykırı ve sevimli, şehrin renklerinden ayrı kirlenmemiş, koşturmamış, stres nedir tanımamış, grileşmemiş, kendini yitirmemiş güzelliğini ve özgünlüğünü koruyan bir zürafa misali şehre renk katıyor bu müze. Aslında bir değil tam 3 tana zürafa karşılıyor sizi müzenin girişinde. Sokağın başına gelir gelmez adet yol gösteriyorlar.
Müzenin bahçesinde keloğlan, Nasreddin Hoca, sevimli kedi Tom oynamakta. Ahşep basamakları çıkıyorsunuz ve artık hayal gücünün onlarca farklı senaryoda bir birinden ilginç roller biçtiği bu kahramanlar diyarında onları, onlarla oynayan çocukları, kendinizi, çocukluğunuzu ve oyunlarınızı düşündüren bir seyre dalıyorsunuz.
Bu müze çocuklar kadar -hatta belki daha çok- büyüklere bir hediye. İçindeki masumiyeti ve içindeki çocuğu hatırlama onu uyandırma ve oyun oynamanın verdiği o muhteşem hayalgücünü yeniden anımsama adına bir enerji yumağı bu atmosfer.
Bir düş ülkesine yolculuk yapmak istiyorsanız gidin bu müzeye, bir süreliğine çocuk olun, sonra hayran kalacaksınız bütün o çeşit çeşit renk renk oyuncaklara ve gerçekten dileyeceksiniz tekrar çocuk olup onlardan biriyle oynayabilmeyi...
Belki tekrar çocuk olmak mümkün olmayacak ama olsun, içinizdeki masumiyet biraz daha artacak, biraz daha canlancaktır.
Müzenin çıkışında Sunay Akın'a rastladık, biraz sohbet etme imkanımız oldu. Belli aralıklarla müzenin içindeki oyuncakları değiştirdiklerini söyledi. Yani aslına bakarsanız üç ayda bir ziyareti hakediyor bu müze. Belki beni hayal kırıklığına uğratan tek şey fotoğraf yasağıydı. Onu da açıkladı Sunay Bey, önceleri flaşsız çekime izin veriyorlarmış ama yanlışlıkla o kadar çok flaşlı çekim yapan olmuş ki, "ay pardon açık kalmış"larl baş edemeyip toptan yasaklamak zorunda kalmışlar. Eh hak vermemek elde değil, ne de olsa amaç 1800'lerden başlayan bu oyuncak serüveninin gelecek kuşaklara korunarak kalabilmesi.
Ayrıca web sitesinden de (http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com) takip edebileceğiniz çocuklara yönelik pek çok etkinliği var. Hem çocukları müzeyle tanıştırmak müzeyi anlatmak içinde çok güzel bir fırsat, hem de bu etkinliklere katılarak eğlenmelerini ve güzel vakit geçirmelerini sağlamak mümkün. Etkinliklere bir de alıcı gözüyle bakmak mümkün çünkü yetişkinler içinde çeşitli seminer ve eğitimler mevcut.
Şehrimize katılan bu güzelliğin tadını çıkarmak ve ona sahip çıkmak adına herkese oyuncak müzesini ilk fırsatta ziyaret etmeyi öneriyorum.
22 Eylül 2008 Pazartesi
Salvador Dali
"(...) sanatçının görevi takıntılarını başkalarına dayatarak kargaşayı sistematikleştirmektir. Bundaki amaç, dış dünyanın öğelerinin zihnin karanlıklarını göstermek için kaullanmasıdır." Ağıza Alınmayacak İtiraflar'dan
"...belki küçümseneceğim ve anlaşılamayacağım, ama yine de bir dahi olacağım, büyük bir dahi; çünkü bundan hiç şüphem yok" Günlüğünden 14 Nisan 1920
"Hayal gücümün atını sonsuza doğru sürmediğim tek bir gün geçmez" 1939-1941 (Eserine verdiği isim)
Dali, dahi mi deli mi? diye sorgulaya duralım eserleri yanı başımıza geldi bile. Ocağa kadar Sabancı Müzesi'ne uğrayıp, Dali'ye eserlerine ve hayatına daha yakından bakma fırsatını kaçırmayın derim.
"...belki küçümseneceğim ve anlaşılamayacağım, ama yine de bir dahi olacağım, büyük bir dahi; çünkü bundan hiç şüphem yok" Günlüğünden 14 Nisan 1920
"Hayal gücümün atını sonsuza doğru sürmediğim tek bir gün geçmez" 1939-1941 (Eserine verdiği isim)
Dali, dahi mi deli mi? diye sorgulaya duralım eserleri yanı başımıza geldi bile. Ocağa kadar Sabancı Müzesi'ne uğrayıp, Dali'ye eserlerine ve hayatına daha yakından bakma fırsatını kaçırmayın derim.
Bu Akşam
"Ufukta solarken kızıl çiçekler,
ürperen dallarda ölürken rüzgar
dedim ki: - gidenler dönmeyecekler,
içinde bu akşam garip bir his var.
ürperen dallarda ölürken rüzgar
bilmem ki ümitten niçin uzaktım?
içinde bu akşam garip bir his var:
uzanan yollara hasretle baktım.
bilmem ki ümitten niçin uzaktım
Ufukta solarken kızıl çiçekler?
uzanan yollara hasretle baktım
dedim ki: - gidenler dönmeyecekler!
Mehmed Halid'e"
Ali Mümtaz Arolat
ürperen dallarda ölürken rüzgar
dedim ki: - gidenler dönmeyecekler,
içinde bu akşam garip bir his var.
ürperen dallarda ölürken rüzgar
bilmem ki ümitten niçin uzaktım?
içinde bu akşam garip bir his var:
uzanan yollara hasretle baktım.
bilmem ki ümitten niçin uzaktım
Ufukta solarken kızıl çiçekler?
uzanan yollara hasretle baktım
dedim ki: - gidenler dönmeyecekler!
Mehmed Halid'e"
Ali Mümtaz Arolat
Beni Bağışla / Seni Seviyorum
"Beni bağışla Aşkım / aşkımı hoşgör artık
beni hoşgör / beni bağışla / seni seviyorum.
yolsuz yordamsız bir kuş gibi öksendeyim
yüreğim tir tir / örtüsünden kurtulmuş
şimdi yoksul / şimdi çırılçıplak / şimdi soyunuk
acını esirgeme benden / ko sarsın yüreğim
ko giyinsin ko kuşansın ko örtünsün / sonra
beni bağışla Aşkım / beni hoşgör / Seni
seviyorum"
Rabindranath Tagore
beni hoşgör / beni bağışla / seni seviyorum.
yolsuz yordamsız bir kuş gibi öksendeyim
yüreğim tir tir / örtüsünden kurtulmuş
şimdi yoksul / şimdi çırılçıplak / şimdi soyunuk
acını esirgeme benden / ko sarsın yüreğim
ko giyinsin ko kuşansın ko örtünsün / sonra
beni bağışla Aşkım / beni hoşgör / Seni
seviyorum"
Rabindranath Tagore
21 Eylül 2008 Pazar
Ali Mümtaz Arolat
"Leylekler"
"Bu akşam sonbahar ne kadar serin,
Geceyi hasretle bekliyor zaman.
Üstünde ipekten leylekler uçan
Beyaz perdeleri indiriverin!"
Hayal İkliminden Dönen Diyor ki
"Kartaca'dan dönen bir Fenikeli / Kimden ilham almış? Ne meharetle, / Hangi topraktan ve hangi aletle, / Nasıl da yaratmış sanatkâr eli?
Uzun yolculuktan dönerken geri, / Gözleri fer alıp sudan, ateşten, / Vazoda mezcetmiş batan güneşten / Akdeniz'e vurup solan renkleri."
"bİR gEMİ yELKEN aÇTI"
"Bu akşam sonbahar ne kadar serin,
Geceyi hasretle bekliyor zaman.
Üstünde ipekten leylekler uçan
Beyaz perdeleri indiriverin!"
Hayal İkliminden Dönen Diyor ki
"Kartaca'dan dönen bir Fenikeli / Kimden ilham almış? Ne meharetle, / Hangi topraktan ve hangi aletle, / Nasıl da yaratmış sanatkâr eli?
Uzun yolculuktan dönerken geri, / Gözleri fer alıp sudan, ateşten, / Vazoda mezcetmiş batan güneşten / Akdeniz'e vurup solan renkleri."
"bİR gEMİ yELKEN aÇTI"
20 Eylül 2008 Cumartesi
İstanbul’u ‘hıçkıra hıçkıra’ sevmek
SELİM İLERİ
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’a ilişkin gözlemlerini, tespitlerini eserlerine geçiren yazarlarımız, yaşları ilerledikçe, bu kentin yeşilliği, doğal güzellikleri konusunda enikonu karamsarlığa kapılmışlar.
Öngörüsü uçsuz bucaksız Hüseyin Rahmi, daha 1928 yılında, seksen yıl önce, ‘çevre koruma’nın gerekliliğinden söz açmış. Onun romanı Namuslu Kokotlar bir gazetede tefrika edilmiş. Namuslu Kokotlar 1973’e kadar kitap olarak yayımlanmadığından, Hüseyin Rahmi’nin ciddî uyarıları kimselerin öyle pek dikkatini çekmemiş.
Doğrusu, şu iki paragrafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
“Büyükdere çayırının başlangıcı, o yüzyıllık çınarlarıyla, o sevimli deresiyle dünyaca ünlü güzelliğini şimdi bir uçak hangarına bırakmıştı. Eski bülbüllerin yerinde şimdi göklerin çelik yürekli kocaman kuşları homurdanıyordu. Doğa güzelliklerine karşı yıkıcı ilgisizliğimizin vereceği üzüntüden hıçkıra hıçkıra ağlasak azdır. Şehir yakınlarındaki en güzel yerlerimizin ve ormanlarımızın, bizde değeri, onları baltayla devirip çekiye vurduğumuz zaman getirecekleri para oranındadır.
Büyükdere piyasasının en güzel yalıları yanmış, şimdi yerlerine tahta parmaklıklı, ayçiçekli âdi kahveler kurulmuştu. Mesarburnu’nu dönüp Sarıyer’e girerken otomobilin tekerlekleri yine avuç içi gibi açılmış yangın tarlalarının küllerini savurmaya başladı.”
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’da; bir yandan güncel siyasanın ucuz çıkarcılığı, bir yandan şehir halkının, üstelik fakiri zengini, gözü dönük mülkiyet tutkusu, bakir alanları, kamu hizmetine açılması gerekli yerleri nice yıldan beri yok etti. Tarihî yapılar ya merhametsizce yıktırıldı, ya da, bakımsızlığa, korumasızlığa terk edilerek göçürtüldü. Bugün elde kalanı korumaya çalışıyoruz. Koruyabilecek miyiz, bilinemez.
Çeyrek yüzyıldır doğup büyüdüğüm İstanbul üzerine yazıyorum. Bu yazılar, çoğu kez, nostaljinin ardına takılmış yazılar sanıldı. Derdim başkaydı; hiç değilse, elde kalanı korumak… Daha 1989’da nostalji edebiyatından bunalmışım:
“Uzak ya da yakın geçmişin, hatta çocukluğumuzun İstanbul’unu boş yere aramayalım, özlemeyelim, düşünmeyelim.”
Sebebini de belirtmişim:
“O İstanbul’lar bir daha nasıl olsa geri gelmeyecek. O İstanbul’lara ilişkin birkaç sayfa yazı, bir iki resim, kimselerin artık okumadığı kitaplarda, köşebaşı tezgâhlarında satılan tek tük solmuş kartpostallarda, kimselerin görmediği, göremediği peyzajlarda ya kaldı ya kalmadı.”
Geçen zaman eski kartpostallara kıymet biçti, ‘antika’ özelliği kazandırdı. Tezgâhlardan müzayedelere yol aldı İstanbul kartpostalı. Böyle mi olması gerekiyordu; belki diye yanıtlayabiliyorum. Ressamlarımızın eserlerini tanıtan ve değerlendiren kitaplar yayımlandı. Muhakkak ki olumlu bir gelişmeydi. Hiç değilse meraklısı, bu yapıtlarda dünkü İstanbul’u ressamların fırçasından ‘hissedebiliyor’.
Her şehir değişmeye yazgılı. Fakat tarihî şehirlerin değişmesi çok ayrı bir dikkati gereksiniyor. Nişantaşı, Osmanbey konaklarının yerine ve yanı başına yedi sekiz katlı, yüzleri oymalı, şatafatlı Şişli ‘apartıman’ları yapıldığında, bu yapılar üslûpsuzlukla küçümsenmiş. Bugün Nişantaşı, Osmanbey konakları büsbütün hayal olduğundan, dünün Şişli apartmanlarına gün görmüş yapılar diye âdeta hayranlıkla bakıyoruz. Yepyeni gökdelenlere, azman alışveriş merkezlerine de, yarın, gün görmüş yapılar diyebilecek miyiz?
Hüseyin Rahmi’nin 1920’lerin sonunda saptadığı ayçiçekleri, 1980’lerde, handiyse ‘İstanbul çiçekleri’ arasına karışmıştı. Şişli’den yola çıkın, Büyükdere Caddesi’ne uzanın, Maslak’a gelir gelmez başlardı ayçiçekleri. Kirli yolların hız çılgını taşıtlarınca öylesine toza toprağa bürünmüştü ki ayçiçekleri, hepsinin taçyaprakları paslı alacaydı.
Hüseyin Rahmi, bir başka yazısında, İstanbul’un asıl çiçeği güzelim gülleri, hanımellerini, fulya tarlalarını, lâle bahçelerini söktüler, yok ettiler; o, “ablak” çehreli ayçiçekleri dört bir yanı kuşattı diye yakınır.
Oysa, toz toprak içindeki günebakanlar bile güzeldi…
Demin, geçmiş İstanbul’u artık ‘resim sanatı’nın aracılığıyla hissedebileceğimizi söyledim. Özellikle 1970 sonrasının ‘başka’ İstanbul’unu düşünerek. Bununla birlikte, yazarlarımızın tanıklığı, İstanbul’da büyük değişimlerin 1950 sonrasına rastladığını açık seçik saptıyor. Daha 1955’te Abdülhak Şinasi Hisar “Bir Boğaziçi yalısı müzesi” kurulmasını teklif etmiş, evet, bir ‘müze’.
O zamanki Türk Yurdu dergisinde yazmış. Önce, “Boğaziçi medeniyeti dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin” tanıklarını, hele “ecnebi” tanıklarını az buluyor, buna yeriniyor. Boğaziçi tutkunları arasında Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahlarını, tarihçileri, şairleri, hikâyecileri, ressamları hatırlıyor. “Fakat” diye eklemiş, “teşkil ettikleri kafile, beklemeye haklı olduğumuz kadar kalabalık olamamış, hele bunlar istediğimiz kadar ilhamlı bulunmamışlardır. Boğaziçi daha büyük muharrirler, müverrihler, şairler, romancılar ve bilhassa ressamlarını yetiştirebilmiş olmalıydı.”
Yazar, artık ‘geçmiş’ bir zamandan konuşmaktadır. Kendi gününün, yazısını kaleme aldığı dönemin Boğaziçi yazarları, ressamları olsa bile, bu ‘şimdiki zaman’ın geçmişteki mucizeyi yansıtamayacağı kanısındadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, 1955’te! Yani, Hisar’ın hatırladığı, bir zamanlar yaşamış olduğu Boğaziçi’nden ve İstanbul’dan o tarihte pek bir şey kalmamış geriye. Bense, ancak 1955 sonrasını hatırlayabiliyorum, geçmiş İstanbul dendiğinde…
Boğaziçi Yalıları’nın yazarı, hem müze kurulmasını istiyor, hem de geçmişle bağımızı koruyamadığımızdan, müzeyi var edecek eşyanın, resimlerin, gereçlerin, birçok şeyin savrulup gittiğini bilerek, bunların bir an önce toplanmasını temenni ediyor.
“Bu tahayyül ve ümit edilen Boğaziçi müzesinin asıl hedefi, bilhassa bizim millî Boğaziçi medeniyetimizin etnografyasını teşkil edecek olan bütün bu eski zaman yalısı eşyasının, gözleri kamaştıracak surette, hepsinin oldukları gibi, bir yalının içine yerli yerlerine konarak toplanmasıdır.”
Sonra acı bir boyun eğiş:
“Medeniyetler tarihî rollerini ikmal edince, onların hatıralarının bir mahfaza, yani bir müze içine konulması lâzım gelir.”
Şu sorulamaz mı: Medeniyetler tarihî rollerini neden, ne zaman tamamlar, noktalar?
Refik Halid Karay, böylesi bir müzenin yandaşı değil. Gerçi müzelerde geçmiş zaman medeniyetinin örneklendirilmesine karşı çıkmamış. Ama, 1939’da kaleme aldığı bir yazıda, o günkü “harap” Boğaziçi’nin olduğu gibi durmasını salık vermiş. Bilhassa “çimento”dan ürkmüş. Yaşamak dolu Refik Halid’e müzeler herhalde pek cansız, ölgün, kasvetli gelirdi.
On altı yıl sonra, yine 1955’te Abdülhak Şinasi, bu kez de, “yalıların sonuncuları”nı ille korumamız gerektiğini hüzünle söyler. Geçen zaman, Refik Halid’in “harap” haliyle kalmasını istediği Boğaziçi’ni büsbütün çökertmiştir. “Zaten bunların sayıları, bugün, Rumeli kıyısında, belki bir, iki ve Anadolu kıyısında belki sekiz, on olmak üzere, bütün Boğaziçi’nde bir düzineyi dolduramamaktadır.”
Boğaziçi’nin başına gelen, İstanbul’un da başına gelmiştir, birçok Anadolu kentinin de. Bilinçsiz yenilik özlemleri ve yaptırımları, besbelli, şehirlerimizin öz anlamlarını bir canavar iştihasıyla silip süpürmüş.
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’a ilişkin gözlemlerini, tespitlerini eserlerine geçiren yazarlarımız, yaşları ilerledikçe, bu kentin yeşilliği, doğal güzellikleri konusunda enikonu karamsarlığa kapılmışlar.
Öngörüsü uçsuz bucaksız Hüseyin Rahmi, daha 1928 yılında, seksen yıl önce, ‘çevre koruma’nın gerekliliğinden söz açmış. Onun romanı Namuslu Kokotlar bir gazetede tefrika edilmiş. Namuslu Kokotlar 1973’e kadar kitap olarak yayımlanmadığından, Hüseyin Rahmi’nin ciddî uyarıları kimselerin öyle pek dikkatini çekmemiş.
Doğrusu, şu iki paragrafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
“Büyükdere çayırının başlangıcı, o yüzyıllık çınarlarıyla, o sevimli deresiyle dünyaca ünlü güzelliğini şimdi bir uçak hangarına bırakmıştı. Eski bülbüllerin yerinde şimdi göklerin çelik yürekli kocaman kuşları homurdanıyordu. Doğa güzelliklerine karşı yıkıcı ilgisizliğimizin vereceği üzüntüden hıçkıra hıçkıra ağlasak azdır. Şehir yakınlarındaki en güzel yerlerimizin ve ormanlarımızın, bizde değeri, onları baltayla devirip çekiye vurduğumuz zaman getirecekleri para oranındadır.
Büyükdere piyasasının en güzel yalıları yanmış, şimdi yerlerine tahta parmaklıklı, ayçiçekli âdi kahveler kurulmuştu. Mesarburnu’nu dönüp Sarıyer’e girerken otomobilin tekerlekleri yine avuç içi gibi açılmış yangın tarlalarının küllerini savurmaya başladı.”
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’da; bir yandan güncel siyasanın ucuz çıkarcılığı, bir yandan şehir halkının, üstelik fakiri zengini, gözü dönük mülkiyet tutkusu, bakir alanları, kamu hizmetine açılması gerekli yerleri nice yıldan beri yok etti. Tarihî yapılar ya merhametsizce yıktırıldı, ya da, bakımsızlığa, korumasızlığa terk edilerek göçürtüldü. Bugün elde kalanı korumaya çalışıyoruz. Koruyabilecek miyiz, bilinemez.
Çeyrek yüzyıldır doğup büyüdüğüm İstanbul üzerine yazıyorum. Bu yazılar, çoğu kez, nostaljinin ardına takılmış yazılar sanıldı. Derdim başkaydı; hiç değilse, elde kalanı korumak… Daha 1989’da nostalji edebiyatından bunalmışım:
“Uzak ya da yakın geçmişin, hatta çocukluğumuzun İstanbul’unu boş yere aramayalım, özlemeyelim, düşünmeyelim.”
Sebebini de belirtmişim:
“O İstanbul’lar bir daha nasıl olsa geri gelmeyecek. O İstanbul’lara ilişkin birkaç sayfa yazı, bir iki resim, kimselerin artık okumadığı kitaplarda, köşebaşı tezgâhlarında satılan tek tük solmuş kartpostallarda, kimselerin görmediği, göremediği peyzajlarda ya kaldı ya kalmadı.”
Geçen zaman eski kartpostallara kıymet biçti, ‘antika’ özelliği kazandırdı. Tezgâhlardan müzayedelere yol aldı İstanbul kartpostalı. Böyle mi olması gerekiyordu; belki diye yanıtlayabiliyorum. Ressamlarımızın eserlerini tanıtan ve değerlendiren kitaplar yayımlandı. Muhakkak ki olumlu bir gelişmeydi. Hiç değilse meraklısı, bu yapıtlarda dünkü İstanbul’u ressamların fırçasından ‘hissedebiliyor’.
Her şehir değişmeye yazgılı. Fakat tarihî şehirlerin değişmesi çok ayrı bir dikkati gereksiniyor. Nişantaşı, Osmanbey konaklarının yerine ve yanı başına yedi sekiz katlı, yüzleri oymalı, şatafatlı Şişli ‘apartıman’ları yapıldığında, bu yapılar üslûpsuzlukla küçümsenmiş. Bugün Nişantaşı, Osmanbey konakları büsbütün hayal olduğundan, dünün Şişli apartmanlarına gün görmüş yapılar diye âdeta hayranlıkla bakıyoruz. Yepyeni gökdelenlere, azman alışveriş merkezlerine de, yarın, gün görmüş yapılar diyebilecek miyiz?
Hüseyin Rahmi’nin 1920’lerin sonunda saptadığı ayçiçekleri, 1980’lerde, handiyse ‘İstanbul çiçekleri’ arasına karışmıştı. Şişli’den yola çıkın, Büyükdere Caddesi’ne uzanın, Maslak’a gelir gelmez başlardı ayçiçekleri. Kirli yolların hız çılgını taşıtlarınca öylesine toza toprağa bürünmüştü ki ayçiçekleri, hepsinin taçyaprakları paslı alacaydı.
Hüseyin Rahmi, bir başka yazısında, İstanbul’un asıl çiçeği güzelim gülleri, hanımellerini, fulya tarlalarını, lâle bahçelerini söktüler, yok ettiler; o, “ablak” çehreli ayçiçekleri dört bir yanı kuşattı diye yakınır.
Oysa, toz toprak içindeki günebakanlar bile güzeldi…
Demin, geçmiş İstanbul’u artık ‘resim sanatı’nın aracılığıyla hissedebileceğimizi söyledim. Özellikle 1970 sonrasının ‘başka’ İstanbul’unu düşünerek. Bununla birlikte, yazarlarımızın tanıklığı, İstanbul’da büyük değişimlerin 1950 sonrasına rastladığını açık seçik saptıyor. Daha 1955’te Abdülhak Şinasi Hisar “Bir Boğaziçi yalısı müzesi” kurulmasını teklif etmiş, evet, bir ‘müze’.
O zamanki Türk Yurdu dergisinde yazmış. Önce, “Boğaziçi medeniyeti dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin” tanıklarını, hele “ecnebi” tanıklarını az buluyor, buna yeriniyor. Boğaziçi tutkunları arasında Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahlarını, tarihçileri, şairleri, hikâyecileri, ressamları hatırlıyor. “Fakat” diye eklemiş, “teşkil ettikleri kafile, beklemeye haklı olduğumuz kadar kalabalık olamamış, hele bunlar istediğimiz kadar ilhamlı bulunmamışlardır. Boğaziçi daha büyük muharrirler, müverrihler, şairler, romancılar ve bilhassa ressamlarını yetiştirebilmiş olmalıydı.”
Yazar, artık ‘geçmiş’ bir zamandan konuşmaktadır. Kendi gününün, yazısını kaleme aldığı dönemin Boğaziçi yazarları, ressamları olsa bile, bu ‘şimdiki zaman’ın geçmişteki mucizeyi yansıtamayacağı kanısındadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, 1955’te! Yani, Hisar’ın hatırladığı, bir zamanlar yaşamış olduğu Boğaziçi’nden ve İstanbul’dan o tarihte pek bir şey kalmamış geriye. Bense, ancak 1955 sonrasını hatırlayabiliyorum, geçmiş İstanbul dendiğinde…
Boğaziçi Yalıları’nın yazarı, hem müze kurulmasını istiyor, hem de geçmişle bağımızı koruyamadığımızdan, müzeyi var edecek eşyanın, resimlerin, gereçlerin, birçok şeyin savrulup gittiğini bilerek, bunların bir an önce toplanmasını temenni ediyor.
“Bu tahayyül ve ümit edilen Boğaziçi müzesinin asıl hedefi, bilhassa bizim millî Boğaziçi medeniyetimizin etnografyasını teşkil edecek olan bütün bu eski zaman yalısı eşyasının, gözleri kamaştıracak surette, hepsinin oldukları gibi, bir yalının içine yerli yerlerine konarak toplanmasıdır.”
Sonra acı bir boyun eğiş:
“Medeniyetler tarihî rollerini ikmal edince, onların hatıralarının bir mahfaza, yani bir müze içine konulması lâzım gelir.”
Şu sorulamaz mı: Medeniyetler tarihî rollerini neden, ne zaman tamamlar, noktalar?
Refik Halid Karay, böylesi bir müzenin yandaşı değil. Gerçi müzelerde geçmiş zaman medeniyetinin örneklendirilmesine karşı çıkmamış. Ama, 1939’da kaleme aldığı bir yazıda, o günkü “harap” Boğaziçi’nin olduğu gibi durmasını salık vermiş. Bilhassa “çimento”dan ürkmüş. Yaşamak dolu Refik Halid’e müzeler herhalde pek cansız, ölgün, kasvetli gelirdi.
On altı yıl sonra, yine 1955’te Abdülhak Şinasi, bu kez de, “yalıların sonuncuları”nı ille korumamız gerektiğini hüzünle söyler. Geçen zaman, Refik Halid’in “harap” haliyle kalmasını istediği Boğaziçi’ni büsbütün çökertmiştir. “Zaten bunların sayıları, bugün, Rumeli kıyısında, belki bir, iki ve Anadolu kıyısında belki sekiz, on olmak üzere, bütün Boğaziçi’nde bir düzineyi dolduramamaktadır.”
Boğaziçi’nin başına gelen, İstanbul’un da başına gelmiştir, birçok Anadolu kentinin de. Bilinçsiz yenilik özlemleri ve yaptırımları, besbelli, şehirlerimizin öz anlamlarını bir canavar iştihasıyla silip süpürmüş.
Sana Yakın
Bir dostun sıcaklığına
Öylesine
Yaslamak istiyorum ki başımı
Ya omzunu uzat sevgilim
Ya da telleri kopuk
Bir kemanı
Kanadının altına sığınacak
Bir kuş arayan
Eskimiş saçak gibiyim sensiz
Yada bütün balinalarının
Kıyıya vurup intahar ettiği
Bir deniz
Bir hitit çanağıyım
Toprağa gömülü
Ve sen
İlk kazısını yapan
Bir arkeolog ürkekliğiyle
Ellerinin arasına
Al beni
Tek dileğimdir çünkü benim
Sana yakın bir sunay akın
Sunay Akın
Öylesine
Yaslamak istiyorum ki başımı
Ya omzunu uzat sevgilim
Ya da telleri kopuk
Bir kemanı
Kanadının altına sığınacak
Bir kuş arayan
Eskimiş saçak gibiyim sensiz
Yada bütün balinalarının
Kıyıya vurup intahar ettiği
Bir deniz
Bir hitit çanağıyım
Toprağa gömülü
Ve sen
İlk kazısını yapan
Bir arkeolog ürkekliğiyle
Ellerinin arasına
Al beni
Tek dileğimdir çünkü benim
Sana yakın bir sunay akın
Sunay Akın
16 Eylül 2008 Salı
siradisi bir siradanlik
"17 yasindan beri siradisi biri olacagimi biliyordum" demis Andy Warhol. e olmus da. bana gelince cok farkli, siradisi bir yasam surecegim su goturmez bir gercekten ibaretti benim icin. ustelik kendimi bildim bileli inanirim buna. hatta ne zaman baslar bu hayat diye merak dahi etmemistim. cunku o kadar kesindi ki bir gun baslayacagi, zamanini sorgulamak aklimin ucundan bile gecmedi. ta ki bugune kadar. simdi altust oldum, tersyuz oldum, tepetaklak oldum. nasil olur, nasil da oluvermis !!
sok ve dehset !
evet hep bir adim vardi, asilmasi, halledilmesi gereken siradan bir adim. su isi hallettik mi gerisi zaten tamamdi. yok liseymis, universite sinaviymis, universiteymis, stajmis, is aramakmis, yurticiymis, yurtdisiymis, yok is degistirmekmis, terfiymis, zammis, tatilmis, is gezisiymis, oymus buymus. tamam anladik da her sey de bir yere kadar canim. tadinda birakmak gerek. bir de bakiyorsun tadi tuzu kalmamis veya butun tadi, tuzu bndan ibaretmis. yok efendim o kadar kolay pes etmek yok.
5 aylik, 1 yillik, olmadi bir kac yillik baska asilasi kucuk engebeler dikerim karsima. bak yuksek lisansa basladim. uzerine doktora ayarlayabilsem en azindan 4-5 sene idare eder. hadi madem o kadar rahatsin yaninda bir kac resim sergisi, duzenli spor ilave et de gorelim. ne yani siradisiligimiz bundan mi ibaret kalacakti. olmaz hic bir sekilde olmaz. itiraf et bu siradanligi daniskasi!
iste ari ile sinek arasindaki fark biri belli bir amac icin disiplinli olarak guzel kaynaklarin birinden digerine kosturur, ve mucizevi bir gida olan bali olusturur. digeri maymun istahi ile bir copten digerine konarak cevreye zarar ve tikinsti vermekten otesine gecemez... karar vermeli sinek mi olmak iyi ari mi :)
once kafadan bali canlandirmali, ne cikacak sonuc olarak. sinek dahi bir cicekten digerine kossa ne yazar. once o cicegin ozune ulasabilmeli. anliyorsun degil mi? bu ise bir donusum cicegin ozune erisebilecek onu bala donusturebilecek bir ic yapi gerekli.
bu siradisi siradanligi kirmak icin yurek gerekli, cesaret, donusum gerekli. ataletten siyrilip cok calismak, cok calismakta sebat etmek gerekli...
kolay gele...
sok ve dehset !
evet hep bir adim vardi, asilmasi, halledilmesi gereken siradan bir adim. su isi hallettik mi gerisi zaten tamamdi. yok liseymis, universite sinaviymis, universiteymis, stajmis, is aramakmis, yurticiymis, yurtdisiymis, yok is degistirmekmis, terfiymis, zammis, tatilmis, is gezisiymis, oymus buymus. tamam anladik da her sey de bir yere kadar canim. tadinda birakmak gerek. bir de bakiyorsun tadi tuzu kalmamis veya butun tadi, tuzu bndan ibaretmis. yok efendim o kadar kolay pes etmek yok.
5 aylik, 1 yillik, olmadi bir kac yillik baska asilasi kucuk engebeler dikerim karsima. bak yuksek lisansa basladim. uzerine doktora ayarlayabilsem en azindan 4-5 sene idare eder. hadi madem o kadar rahatsin yaninda bir kac resim sergisi, duzenli spor ilave et de gorelim. ne yani siradisiligimiz bundan mi ibaret kalacakti. olmaz hic bir sekilde olmaz. itiraf et bu siradanligi daniskasi!
iste ari ile sinek arasindaki fark biri belli bir amac icin disiplinli olarak guzel kaynaklarin birinden digerine kosturur, ve mucizevi bir gida olan bali olusturur. digeri maymun istahi ile bir copten digerine konarak cevreye zarar ve tikinsti vermekten otesine gecemez... karar vermeli sinek mi olmak iyi ari mi :)
once kafadan bali canlandirmali, ne cikacak sonuc olarak. sinek dahi bir cicekten digerine kossa ne yazar. once o cicegin ozune ulasabilmeli. anliyorsun degil mi? bu ise bir donusum cicegin ozune erisebilecek onu bala donusturebilecek bir ic yapi gerekli.
bu siradisi siradanligi kirmak icin yurek gerekli, cesaret, donusum gerekli. ataletten siyrilip cok calismak, cok calismakta sebat etmek gerekli...
kolay gele...
12 Eylül 2008 Cuma
yalnizlik uzerine
"Yalnızlık her zaman gizemlidir, bizatihi gizemdir, vahşidir, ıssızdır, sessizdir, açık gözle düş görür ve açlıktır." Sadık Yalsızuçanlar
"Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.
Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:
Akar, akar yalnızlık ırmaklarca."
Rilke
'Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı :
Durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.'
Edip Cansever
"Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.
Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:
Akar, akar yalnızlık ırmaklarca."
Rilke
'Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı :
Durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.'
Edip Cansever
Ask
“Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.
Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar”
İlhan Berk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.
Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar”
İlhan Berk
butun
kendimi son zamanlarda bir karasinek gibi hissediyorum. bir cop yigini uzerinde kararsizca bir oraya bir buraya konan, her kondugu noktada bambaska seylerle karsilasan ama aslinda ayni cop kokusundan duydugu rahatsizliga bir cozum aramak isteyen garip bir karasinek.
kafka'nin bir sabah kendisini dev gibi bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa'si geldi aklima simdi. cok carpici bir oyku olmakla beraber bocek kismi ve detaylari mide bulandiriciydi.
o zaman biz ornegimizi biraz guzellestirip bir gül bahcesinde oradan oraya konan ariya dönüştürüverelim. her konusunda farkli renkler, dokular ve kokular ile hemhal olurken aslinda basini dondurenin ayri ayri her bir cicegin olusturdugu ortak atmosferi muammasini ilk anda cozememistir.
iste son gunlerde ondan bundan sundan farkli konular arasinda gidip geldigimi dusunurken bir durup kafami kaldirdigimda hepsinin koklerinin ayni toprakta oldugunu gormekteyim.
meger "sevdigini soylemeyen"e catisim, meger "ya oldugun gibi gorun, ya gorundugun gibi ol" desturunu buraya not edisim, meger "aylarca once yapilan duygusal zeka envanterinin" sonucunu ogrenisim, ogrenip sok olusum, meger tum bunlar bagimsiz bir rastlantilar yumagindan ibaret degilmis. cilveli kaderin oyunlari diye gecistirivermektense kafa yormak gerekirmis.
kafka'nin bir sabah kendisini dev gibi bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa'si geldi aklima simdi. cok carpici bir oyku olmakla beraber bocek kismi ve detaylari mide bulandiriciydi.
o zaman biz ornegimizi biraz guzellestirip bir gül bahcesinde oradan oraya konan ariya dönüştürüverelim. her konusunda farkli renkler, dokular ve kokular ile hemhal olurken aslinda basini dondurenin ayri ayri her bir cicegin olusturdugu ortak atmosferi muammasini ilk anda cozememistir.
iste son gunlerde ondan bundan sundan farkli konular arasinda gidip geldigimi dusunurken bir durup kafami kaldirdigimda hepsinin koklerinin ayni toprakta oldugunu gormekteyim.
meger "sevdigini soylemeyen"e catisim, meger "ya oldugun gibi gorun, ya gorundugun gibi ol" desturunu buraya not edisim, meger "aylarca once yapilan duygusal zeka envanterinin" sonucunu ogrenisim, ogrenip sok olusum, meger tum bunlar bagimsiz bir rastlantilar yumagindan ibaret degilmis. cilveli kaderin oyunlari diye gecistirivermektense kafa yormak gerekirmis.
11 Eylül 2008 Perşembe
! sok !
meger ben ben degilmisim
ustelik bunun gayet farkindaymisim
varin siz soyleyin hangisi daha kotu?
ustelik bunun gayet farkindaymisim
varin siz soyleyin hangisi daha kotu?
10 Eylül 2008 Çarşamba
Mevlana'dan
Sevgide güneş gibi ol,
dostluk ve kardeşlikte
akarsu gibi ol,
hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol,
öfkede ölü gibi ol,
her ne olursan ol,
ya olduğun gibi görün,
ya göründügün gibi ol.
dostluk ve kardeşlikte
akarsu gibi ol,
hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol,
öfkede ölü gibi ol,
her ne olursan ol,
ya olduğun gibi görün,
ya göründügün gibi ol.
sevgi tukenir mi?
tukenebilir enerji kaynaklari, petrol, kömür, dogalgaz...
sonsuz enerji kaynaklari; ruzgar, gunes, jeotermal isi (ne kadar sonsuz?)
sonsuzluk ne derin kavram, bir kere dustun mu kuyusuna sonu gelmeyen bir yolculuk...
var midir fani dunyada, sonsuza uzanan herhangi bir dokunus? dilerken her fani sonsuz yasam suyundan bir yudum, degil mi ki kara toprak kacinilmaz sonu oyunun.
ya sonra? sonrasina gelmeden evveline bakalim derim. gorunen koyle ilgilenelim, klavuzsuz bulur muyuz yolu bilmek zor.
degil mi ki bilinmeyen yollara cikmak ozel bir keyiftir fakir icin, tereddusuz bir dusun yoluna vuralim kendimizi.
tukenir mi her sey? ekonominin gozbebegi temel kurami, sinirli kaynaklarin sinirsiz talepleri karsilayamayacagi ongorusu ve bunun sonucunda yasanan arz, talep, paylasma, paylasamama savasina bakinca, zenginliklerin %80'nin toplumun %20'sinde oldugunu dusununce ici karariyor insanin, bir hayal kirikligi, bir umitsizlik, bir endise peyda oluyor ki bir de bakmissiniz siz de harbe tuttusuvermissiniz. Kisir bir dongu anlayacaginiz, gereksiz bir kovalamaca.
Unutmamamli ki bizim ogretimizde endiseye mahal yok, stres olmaz, rizki verenin hazinesinin sonu da yoktur. Ama haddimi bileyim cevaplari vermek beni asar, fakirin sadece sorulari vardir, bir bir bogazina takilan.
Gel gelelim bizi masaya oturtan tuhaf dusunceye. bir kisi dusunun der ki: "inaniyorum yaraticiya, amma zinhar ikrar etmem, yuksek sesle bu fikrimi zikretmem, hic beklemeyin. Ustelik davranislarimla gostermek durumunda da degilim. Madem ben bilirim fikrimi ustelik siz de bilmelisiniz bunu, hem siz bildiginizi itiraf etmezseniz benim pek de umrumda degil. Ben benden mesul degil miyim, bana kafi ise dusuncem yetmez mi bu cumle aleme. Bunu dillendirerek, hareketlerimle belli ederek, daha mi cok yasayacagimi sanirsiniz. Oysa benim korkum eger gun yuzune cikarsa bu dusuncem ferini yitirip, sararip solmasidir. Her goz gorur, her kulak isitir, herkese fas olursa eriyip gitmesinden urkerim inanisimin."
Siz de garip mi buldunuz bu kisiyi, yoksa ne sacmalarsin diye cikissasiniz mi var bana?
Oyleyse ikinci kisiye gelelim. Farkini birinciden varin siz belleyin. Der ki "Bekleme itiraf etmem sevgimi, sozlere dokemem. Hem ne gerek var deil mi ki sen bilirsin, ben bilirm. Hem hos degildir sevgiyi dillendirmek. Ayaga dusurmek gibidir, azalir yok olur sonra. İlla soylemek mi lazim sevgileri, bos versen, yutup gitmeli guclu duygulari onlar bizi yutmadan. Ben dahi bunu soylemezken ve soylemeyecekken bir de beklemezsin herhalde davranislarimla gostermemi. Guldurme beni..."
Hakli midir?
Ya bosa kurek salliyorsan ya sadece zamani uygun degilse. Peki o zaman biri bana aciklar mi, nasil bir duygu ki bu kabinda durur usulca hic kipirdamaksizin, sadece kabin ici yanar da hic mi fokurdamaz, hic mi tasmaz, buhari hic mi cikmaz, dumani hic mi tutmez?
Asaletinden midir, azligindan mi yoklugundan mi? Olmasin kabin ici tam takir kuru bakir? Hepsi bos bir vehim mi yoksa?
Birakiniz sevimsiz kelimleri bir kenara. Hani kotuydu karamsarlik, hani sadece nese ve sevincle yazmali, huznu ve ona eslik edebilecek tum olumsuzluklar degil miydi bos tenekelerin takirtisi.
O zaman sevgiden bahsetmek gerek. Tukenir mi sevgi? Biter mi, askin omrunu bicen bicene. Onu zaten anladik bugun var yarin yok bir dengesizlik hali. Hani dusun ki bir tahtravalle tam ortasinda kocaman bir bir top, dengede tutuyor he iki ucu, azicik saga azicik sola titreken dumduz olmus iki yani. İste oyle bir hal olsa gerek. Ne zaman dengesizlik dengesinde sasar ne tarafa kayip kimi ezer gecer bilinmez. Ama ani ve kesin bir yuvarlanma olur orasi acik.
Peki ya sevgi biter mi? Diyelim 30 sene, handiyse bir omur beraber yasamis, vir viri dir diri, anlasmazlik, tuzu biberi eksik olmamis bir cift dusunun, her cift gibi oyle ilk bakista buyuk askla degilde, mantiksal surecin ve cesitli cevresel faktorlerin kadersle sonucu ile birbirini bulmus bir cift. Ne ask kalmis, ne bir sey. Yine de gunlerden normal bir gun, evde oylecesine ustelerinde gunluk kiyafetleri, kafalarinda gunlk tasalariyla otururken sirf televizyondan eski bir sarkinin nagmeleri geldi diye, oyle bir anda kalkip dansederler mi? Neyse olmayacak tuhaf fikirler koleksyonuna ara vermeli. Yoksa sonu gelecek gibi degil?
Hayatin gerceklerine ve Salah Baba'ya ithafen bir dip not: Keder ve nese ikiz kardes olup her an basi ucundan ayrilmiyorsa ya? Ya o zaman nasil soluyayim, nasil yazayim, bir kardesi digerinden nasil ayirayim :)
sonsuz enerji kaynaklari; ruzgar, gunes, jeotermal isi (ne kadar sonsuz?)
sonsuzluk ne derin kavram, bir kere dustun mu kuyusuna sonu gelmeyen bir yolculuk...
var midir fani dunyada, sonsuza uzanan herhangi bir dokunus? dilerken her fani sonsuz yasam suyundan bir yudum, degil mi ki kara toprak kacinilmaz sonu oyunun.
ya sonra? sonrasina gelmeden evveline bakalim derim. gorunen koyle ilgilenelim, klavuzsuz bulur muyuz yolu bilmek zor.
degil mi ki bilinmeyen yollara cikmak ozel bir keyiftir fakir icin, tereddusuz bir dusun yoluna vuralim kendimizi.
tukenir mi her sey? ekonominin gozbebegi temel kurami, sinirli kaynaklarin sinirsiz talepleri karsilayamayacagi ongorusu ve bunun sonucunda yasanan arz, talep, paylasma, paylasamama savasina bakinca, zenginliklerin %80'nin toplumun %20'sinde oldugunu dusununce ici karariyor insanin, bir hayal kirikligi, bir umitsizlik, bir endise peyda oluyor ki bir de bakmissiniz siz de harbe tuttusuvermissiniz. Kisir bir dongu anlayacaginiz, gereksiz bir kovalamaca.
Unutmamamli ki bizim ogretimizde endiseye mahal yok, stres olmaz, rizki verenin hazinesinin sonu da yoktur. Ama haddimi bileyim cevaplari vermek beni asar, fakirin sadece sorulari vardir, bir bir bogazina takilan.
Gel gelelim bizi masaya oturtan tuhaf dusunceye. bir kisi dusunun der ki: "inaniyorum yaraticiya, amma zinhar ikrar etmem, yuksek sesle bu fikrimi zikretmem, hic beklemeyin. Ustelik davranislarimla gostermek durumunda da degilim. Madem ben bilirim fikrimi ustelik siz de bilmelisiniz bunu, hem siz bildiginizi itiraf etmezseniz benim pek de umrumda degil. Ben benden mesul degil miyim, bana kafi ise dusuncem yetmez mi bu cumle aleme. Bunu dillendirerek, hareketlerimle belli ederek, daha mi cok yasayacagimi sanirsiniz. Oysa benim korkum eger gun yuzune cikarsa bu dusuncem ferini yitirip, sararip solmasidir. Her goz gorur, her kulak isitir, herkese fas olursa eriyip gitmesinden urkerim inanisimin."
Siz de garip mi buldunuz bu kisiyi, yoksa ne sacmalarsin diye cikissasiniz mi var bana?
Oyleyse ikinci kisiye gelelim. Farkini birinciden varin siz belleyin. Der ki "Bekleme itiraf etmem sevgimi, sozlere dokemem. Hem ne gerek var deil mi ki sen bilirsin, ben bilirm. Hem hos degildir sevgiyi dillendirmek. Ayaga dusurmek gibidir, azalir yok olur sonra. İlla soylemek mi lazim sevgileri, bos versen, yutup gitmeli guclu duygulari onlar bizi yutmadan. Ben dahi bunu soylemezken ve soylemeyecekken bir de beklemezsin herhalde davranislarimla gostermemi. Guldurme beni..."
Hakli midir?
Ya bosa kurek salliyorsan ya sadece zamani uygun degilse. Peki o zaman biri bana aciklar mi, nasil bir duygu ki bu kabinda durur usulca hic kipirdamaksizin, sadece kabin ici yanar da hic mi fokurdamaz, hic mi tasmaz, buhari hic mi cikmaz, dumani hic mi tutmez?
Asaletinden midir, azligindan mi yoklugundan mi? Olmasin kabin ici tam takir kuru bakir? Hepsi bos bir vehim mi yoksa?
Birakiniz sevimsiz kelimleri bir kenara. Hani kotuydu karamsarlik, hani sadece nese ve sevincle yazmali, huznu ve ona eslik edebilecek tum olumsuzluklar degil miydi bos tenekelerin takirtisi.
O zaman sevgiden bahsetmek gerek. Tukenir mi sevgi? Biter mi, askin omrunu bicen bicene. Onu zaten anladik bugun var yarin yok bir dengesizlik hali. Hani dusun ki bir tahtravalle tam ortasinda kocaman bir bir top, dengede tutuyor he iki ucu, azicik saga azicik sola titreken dumduz olmus iki yani. İste oyle bir hal olsa gerek. Ne zaman dengesizlik dengesinde sasar ne tarafa kayip kimi ezer gecer bilinmez. Ama ani ve kesin bir yuvarlanma olur orasi acik.
Peki ya sevgi biter mi? Diyelim 30 sene, handiyse bir omur beraber yasamis, vir viri dir diri, anlasmazlik, tuzu biberi eksik olmamis bir cift dusunun, her cift gibi oyle ilk bakista buyuk askla degilde, mantiksal surecin ve cesitli cevresel faktorlerin kadersle sonucu ile birbirini bulmus bir cift. Ne ask kalmis, ne bir sey. Yine de gunlerden normal bir gun, evde oylecesine ustelerinde gunluk kiyafetleri, kafalarinda gunlk tasalariyla otururken sirf televizyondan eski bir sarkinin nagmeleri geldi diye, oyle bir anda kalkip dansederler mi? Neyse olmayacak tuhaf fikirler koleksyonuna ara vermeli. Yoksa sonu gelecek gibi degil?
Hayatin gerceklerine ve Salah Baba'ya ithafen bir dip not: Keder ve nese ikiz kardes olup her an basi ucundan ayrilmiyorsa ya? Ya o zaman nasil soluyayim, nasil yazayim, bir kardesi digerinden nasil ayirayim :)
8 Eylül 2008 Pazartesi
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Geç kalmış bir ilkokullu çocuk gibi
Nefes nefese ve yanaklarım kıpkırmızı
Sanki ciğerlerim kopacakmışçasına
Sanki iki adim az atarsam dünya duracakmışçasına
Koştum sana doğru
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Askın yıldızlı gecelerini
Yüreğin ateşini ve küllerini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Bir elimde birşey mutlaka olurdu
Veya cebimde bir sakız bulunurdu
Biliyordum en basit şeylere bile ihtiyacın olurdu
Sanki yolda bulmuşum gibi verirdim saka yollu
Bana yazmanı istediğim mektubun pulunu
Unuttum ben kendimi bu doğru
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Sevginin alınmayınca tükendiğini
Ben olmayınca senin gideceğini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Kış masallarının sonu genelde mutlu olurdu
Nasıl olsa ayak izlerinden bulurdum yolu
Ondan olsa gerek kar hep yağacak sandım
Dönüşümde sıcacık bardağı avuçlarıma alırdım
O tarifsiz kokuyu doya doya soluklanırdım
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Olanın eskimekten öte yok olup eksildiğini
Tatların kokuların değiştiğini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Ask şiirlerimi yalı pencerelerine gizlediğimde
Yalıların yandığını görmemiştim
Kupkuru yüreğime su diye seni verdiğimde
Dalgaların deniz fenerlerini bile yıktığını bilmiyordum
Aklımdan geçenleri yazarken simdi farkediyorum
Bir dalgakırana oturmuşum ve arkamda bir yalı enkazı
Vakitlerden
Tarcın kokulu salep gibi bir boğaz sabahı
Murat KAYALI
Geç kalmış bir ilkokullu çocuk gibi
Nefes nefese ve yanaklarım kıpkırmızı
Sanki ciğerlerim kopacakmışçasına
Sanki iki adim az atarsam dünya duracakmışçasına
Koştum sana doğru
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Askın yıldızlı gecelerini
Yüreğin ateşini ve küllerini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Bir elimde birşey mutlaka olurdu
Veya cebimde bir sakız bulunurdu
Biliyordum en basit şeylere bile ihtiyacın olurdu
Sanki yolda bulmuşum gibi verirdim saka yollu
Bana yazmanı istediğim mektubun pulunu
Unuttum ben kendimi bu doğru
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Sevginin alınmayınca tükendiğini
Ben olmayınca senin gideceğini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Kış masallarının sonu genelde mutlu olurdu
Nasıl olsa ayak izlerinden bulurdum yolu
Ondan olsa gerek kar hep yağacak sandım
Dönüşümde sıcacık bardağı avuçlarıma alırdım
O tarifsiz kokuyu doya doya soluklanırdım
Tarcın kokulu salepli sabahlarda
Olanın eskimekten öte yok olup eksildiğini
Tatların kokuların değiştiğini
Görmüyor ve bilmiyordum o zamanlarda
Ask şiirlerimi yalı pencerelerine gizlediğimde
Yalıların yandığını görmemiştim
Kupkuru yüreğime su diye seni verdiğimde
Dalgaların deniz fenerlerini bile yıktığını bilmiyordum
Aklımdan geçenleri yazarken simdi farkediyorum
Bir dalgakırana oturmuşum ve arkamda bir yalı enkazı
Vakitlerden
Tarcın kokulu salep gibi bir boğaz sabahı
Murat KAYALI
6 Eylül 2008 Cumartesi
yasamayi yasamak
Yaşamayı yaşamak istiyorum,demiştim,
Neylersin ki bu damda bu dem
Ayaklarımla uyaklarımda zincir,
Böyle topal koşmakla geçiyor günlerim,
Oysa -medhetmek gibi olmasın kendimi ama-
Yaşamım benim en güzel şiirim.
Can Yücel
Neylersin ki bu damda bu dem
Ayaklarımla uyaklarımda zincir,
Böyle topal koşmakla geçiyor günlerim,
Oysa -medhetmek gibi olmasın kendimi ama-
Yaşamım benim en güzel şiirim.
Can Yücel
arapsaçı
Bir derdim var dinleyin
Ey gökteki yıldızlar
Beni benden çalarak
Kaybolup gitti yıllar
Aşk aşk aşk yuzunden
Istıraba kul oldum
Ömrüm böyle tükendi
Ne kadar zalim yıllar
Gönlüm söz dinlemiyor
Sevdiğimi ver diyor
Kim görse şu halimi
Bir daha sevme diyor
Of aşk yüzünden
Arap saçına döndüm
Çöz beni arap saçı
Çivi çiviyi söker
Budur bunun ilacı
Budur bunun ilacı
Sen gittin saçlarıma
Erimez karlar yağdı
Mevsimlerin tadı yok
Baharım sende kaldı
Ansızın gidiverdin
Haber bile vermedin
Hem kendin harap oldun
Hem beni benden ettin
Gönlüm söz dinlemiyor
Sevdiğimi ver diyor
Kim görse şu halimi
Bir daha sevme diyor
Of aşk yüzünden
Arap saçına döndüm
Çöz beni arap saçı
Çivi çiviyi söker
Budur bunun ilacı
Budur bunun ilacı
Erkin Koray
Ey gökteki yıldızlar
Beni benden çalarak
Kaybolup gitti yıllar
Aşk aşk aşk yuzunden
Istıraba kul oldum
Ömrüm böyle tükendi
Ne kadar zalim yıllar
Gönlüm söz dinlemiyor
Sevdiğimi ver diyor
Kim görse şu halimi
Bir daha sevme diyor
Of aşk yüzünden
Arap saçına döndüm
Çöz beni arap saçı
Çivi çiviyi söker
Budur bunun ilacı
Budur bunun ilacı
Sen gittin saçlarıma
Erimez karlar yağdı
Mevsimlerin tadı yok
Baharım sende kaldı
Ansızın gidiverdin
Haber bile vermedin
Hem kendin harap oldun
Hem beni benden ettin
Gönlüm söz dinlemiyor
Sevdiğimi ver diyor
Kim görse şu halimi
Bir daha sevme diyor
Of aşk yüzünden
Arap saçına döndüm
Çöz beni arap saçı
Çivi çiviyi söker
Budur bunun ilacı
Budur bunun ilacı
Erkin Koray
5 Eylül 2008 Cuma
serenat
sevmek anlamı olmaksa hayatın
birlikte aynı yöne bakmaksa eğer
akılda kavak yelleri değil
anlamak ve hissetmekse karşılıklı olarak
düşünerek mükemmele ulaşmak
ve kendini aşmak erdemiyse
gözleri ağlatan söz değil
göz olmaksa sözleri yaratan
kişisel arzuların aksine
fedakarlık, güven ve içtenlikse
ihanet ve ayrılıklara inat
özgürlük kadar vazgeçilmez olup gerçekten mutlu olmaksa eğer
yaşadığın mevsim, gezdiğin kır
içtiğin su olmaksa
en yalnız, en düş değmez
ucunda olmamaksa ömrün
çile, hüzün ve ızdırap değilse yaşama sevincini arttıran
bir heyecan, bir coşku, bir tebessümse
ve paylaşılan bir ömür gibiyse sevgi
seni seviyorum
Ramazan Turkmen
birlikte aynı yöne bakmaksa eğer
akılda kavak yelleri değil
anlamak ve hissetmekse karşılıklı olarak
düşünerek mükemmele ulaşmak
ve kendini aşmak erdemiyse
gözleri ağlatan söz değil
göz olmaksa sözleri yaratan
kişisel arzuların aksine
fedakarlık, güven ve içtenlikse
ihanet ve ayrılıklara inat
özgürlük kadar vazgeçilmez olup gerçekten mutlu olmaksa eğer
yaşadığın mevsim, gezdiğin kır
içtiğin su olmaksa
en yalnız, en düş değmez
ucunda olmamaksa ömrün
çile, hüzün ve ızdırap değilse yaşama sevincini arttıran
bir heyecan, bir coşku, bir tebessümse
ve paylaşılan bir ömür gibiyse sevgi
seni seviyorum
Ramazan Turkmen
over
i need to give my decision
my own and lonely decision
though it was on a matter concerning two people specifically and actually even much more at the end.
the other party was just too weak and hesitant, that there was lack of the person, who should be responsible enough to take the charge, to lead everything.
so i did.
i took the charge and responsibility and everything and gave a one last decision for now and ever.
it is over.
my own and lonely decision
though it was on a matter concerning two people specifically and actually even much more at the end.
the other party was just too weak and hesitant, that there was lack of the person, who should be responsible enough to take the charge, to lead everything.
so i did.
i took the charge and responsibility and everything and gave a one last decision for now and ever.
it is over.
1 Eylül 2008 Pazartesi
bir tutku olarak yazmak
elde degil, yazmadan duramiyorum.
nafile ugrasmak gelinceye kadar akli basinda bir cift satir.
kusura bakmasin dostlar, canlar ve de buraya ugrayivermis yolcular.
hiriltili da olsa vazgecebilir mi insan nefes almaktan, oyle bir caba iste.
ve hissetmek dibine kadar herseyi en guzeli, en zoru, en inceyi, en saglami...
nafile ugrasmak gelinceye kadar akli basinda bir cift satir.
kusura bakmasin dostlar, canlar ve de buraya ugrayivermis yolcular.
hiriltili da olsa vazgecebilir mi insan nefes almaktan, oyle bir caba iste.
ve hissetmek dibine kadar herseyi en guzeli, en zoru, en inceyi, en saglami...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)