SELİM İLERİ
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’a ilişkin gözlemlerini, tespitlerini eserlerine geçiren yazarlarımız, yaşları ilerledikçe, bu kentin yeşilliği, doğal güzellikleri konusunda enikonu karamsarlığa kapılmışlar.
Öngörüsü uçsuz bucaksız Hüseyin Rahmi, daha 1928 yılında, seksen yıl önce, ‘çevre koruma’nın gerekliliğinden söz açmış. Onun romanı Namuslu Kokotlar bir gazetede tefrika edilmiş. Namuslu Kokotlar 1973’e kadar kitap olarak yayımlanmadığından, Hüseyin Rahmi’nin ciddî uyarıları kimselerin öyle pek dikkatini çekmemiş.
Doğrusu, şu iki paragrafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
“Büyükdere çayırının başlangıcı, o yüzyıllık çınarlarıyla, o sevimli deresiyle dünyaca ünlü güzelliğini şimdi bir uçak hangarına bırakmıştı. Eski bülbüllerin yerinde şimdi göklerin çelik yürekli kocaman kuşları homurdanıyordu. Doğa güzelliklerine karşı yıkıcı ilgisizliğimizin vereceği üzüntüden hıçkıra hıçkıra ağlasak azdır. Şehir yakınlarındaki en güzel yerlerimizin ve ormanlarımızın, bizde değeri, onları baltayla devirip çekiye vurduğumuz zaman getirecekleri para oranındadır.
Büyükdere piyasasının en güzel yalıları yanmış, şimdi yerlerine tahta parmaklıklı, ayçiçekli âdi kahveler kurulmuştu. Mesarburnu’nu dönüp Sarıyer’e girerken otomobilin tekerlekleri yine avuç içi gibi açılmış yangın tarlalarının küllerini savurmaya başladı.”
Doğup büyüdüğü, güzelliklerini unutamadığı, aksaklıkların zamanla düzeleceğini umduğu, tarihî dokusundan her zaman ürperdiği bir kentte, insanın, hele bir romancının, sanatçının günün birinde yabancı gezgin gibi dımdızlak kalıvermesi, o güzelliklerin git git silindiğini görmesi, aksaklıkların hızla ve çığ gibi çoğaldığını fark etmesi herhalde sevindirici duygular uyandırmıyor. Gelgelelim, çığırından çıkmışlığa “hıçkıra hıçkıra” ağlayan tek tük kişi var.
İstanbul’da; bir yandan güncel siyasanın ucuz çıkarcılığı, bir yandan şehir halkının, üstelik fakiri zengini, gözü dönük mülkiyet tutkusu, bakir alanları, kamu hizmetine açılması gerekli yerleri nice yıldan beri yok etti. Tarihî yapılar ya merhametsizce yıktırıldı, ya da, bakımsızlığa, korumasızlığa terk edilerek göçürtüldü. Bugün elde kalanı korumaya çalışıyoruz. Koruyabilecek miyiz, bilinemez.
Çeyrek yüzyıldır doğup büyüdüğüm İstanbul üzerine yazıyorum. Bu yazılar, çoğu kez, nostaljinin ardına takılmış yazılar sanıldı. Derdim başkaydı; hiç değilse, elde kalanı korumak… Daha 1989’da nostalji edebiyatından bunalmışım:
“Uzak ya da yakın geçmişin, hatta çocukluğumuzun İstanbul’unu boş yere aramayalım, özlemeyelim, düşünmeyelim.”
Sebebini de belirtmişim:
“O İstanbul’lar bir daha nasıl olsa geri gelmeyecek. O İstanbul’lara ilişkin birkaç sayfa yazı, bir iki resim, kimselerin artık okumadığı kitaplarda, köşebaşı tezgâhlarında satılan tek tük solmuş kartpostallarda, kimselerin görmediği, göremediği peyzajlarda ya kaldı ya kalmadı.”
Geçen zaman eski kartpostallara kıymet biçti, ‘antika’ özelliği kazandırdı. Tezgâhlardan müzayedelere yol aldı İstanbul kartpostalı. Böyle mi olması gerekiyordu; belki diye yanıtlayabiliyorum. Ressamlarımızın eserlerini tanıtan ve değerlendiren kitaplar yayımlandı. Muhakkak ki olumlu bir gelişmeydi. Hiç değilse meraklısı, bu yapıtlarda dünkü İstanbul’u ressamların fırçasından ‘hissedebiliyor’.
Her şehir değişmeye yazgılı. Fakat tarihî şehirlerin değişmesi çok ayrı bir dikkati gereksiniyor. Nişantaşı, Osmanbey konaklarının yerine ve yanı başına yedi sekiz katlı, yüzleri oymalı, şatafatlı Şişli ‘apartıman’ları yapıldığında, bu yapılar üslûpsuzlukla küçümsenmiş. Bugün Nişantaşı, Osmanbey konakları büsbütün hayal olduğundan, dünün Şişli apartmanlarına gün görmüş yapılar diye âdeta hayranlıkla bakıyoruz. Yepyeni gökdelenlere, azman alışveriş merkezlerine de, yarın, gün görmüş yapılar diyebilecek miyiz?
Hüseyin Rahmi’nin 1920’lerin sonunda saptadığı ayçiçekleri, 1980’lerde, handiyse ‘İstanbul çiçekleri’ arasına karışmıştı. Şişli’den yola çıkın, Büyükdere Caddesi’ne uzanın, Maslak’a gelir gelmez başlardı ayçiçekleri. Kirli yolların hız çılgını taşıtlarınca öylesine toza toprağa bürünmüştü ki ayçiçekleri, hepsinin taçyaprakları paslı alacaydı.
Hüseyin Rahmi, bir başka yazısında, İstanbul’un asıl çiçeği güzelim gülleri, hanımellerini, fulya tarlalarını, lâle bahçelerini söktüler, yok ettiler; o, “ablak” çehreli ayçiçekleri dört bir yanı kuşattı diye yakınır.
Oysa, toz toprak içindeki günebakanlar bile güzeldi…
Demin, geçmiş İstanbul’u artık ‘resim sanatı’nın aracılığıyla hissedebileceğimizi söyledim. Özellikle 1970 sonrasının ‘başka’ İstanbul’unu düşünerek. Bununla birlikte, yazarlarımızın tanıklığı, İstanbul’da büyük değişimlerin 1950 sonrasına rastladığını açık seçik saptıyor. Daha 1955’te Abdülhak Şinasi Hisar “Bir Boğaziçi yalısı müzesi” kurulmasını teklif etmiş, evet, bir ‘müze’.
O zamanki Türk Yurdu dergisinde yazmış. Önce, “Boğaziçi medeniyeti dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin” tanıklarını, hele “ecnebi” tanıklarını az buluyor, buna yeriniyor. Boğaziçi tutkunları arasında Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahlarını, tarihçileri, şairleri, hikâyecileri, ressamları hatırlıyor. “Fakat” diye eklemiş, “teşkil ettikleri kafile, beklemeye haklı olduğumuz kadar kalabalık olamamış, hele bunlar istediğimiz kadar ilhamlı bulunmamışlardır. Boğaziçi daha büyük muharrirler, müverrihler, şairler, romancılar ve bilhassa ressamlarını yetiştirebilmiş olmalıydı.”
Yazar, artık ‘geçmiş’ bir zamandan konuşmaktadır. Kendi gününün, yazısını kaleme aldığı dönemin Boğaziçi yazarları, ressamları olsa bile, bu ‘şimdiki zaman’ın geçmişteki mucizeyi yansıtamayacağı kanısındadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, 1955’te! Yani, Hisar’ın hatırladığı, bir zamanlar yaşamış olduğu Boğaziçi’nden ve İstanbul’dan o tarihte pek bir şey kalmamış geriye. Bense, ancak 1955 sonrasını hatırlayabiliyorum, geçmiş İstanbul dendiğinde…
Boğaziçi Yalıları’nın yazarı, hem müze kurulmasını istiyor, hem de geçmişle bağımızı koruyamadığımızdan, müzeyi var edecek eşyanın, resimlerin, gereçlerin, birçok şeyin savrulup gittiğini bilerek, bunların bir an önce toplanmasını temenni ediyor.
“Bu tahayyül ve ümit edilen Boğaziçi müzesinin asıl hedefi, bilhassa bizim millî Boğaziçi medeniyetimizin etnografyasını teşkil edecek olan bütün bu eski zaman yalısı eşyasının, gözleri kamaştıracak surette, hepsinin oldukları gibi, bir yalının içine yerli yerlerine konarak toplanmasıdır.”
Sonra acı bir boyun eğiş:
“Medeniyetler tarihî rollerini ikmal edince, onların hatıralarının bir mahfaza, yani bir müze içine konulması lâzım gelir.”
Şu sorulamaz mı: Medeniyetler tarihî rollerini neden, ne zaman tamamlar, noktalar?
Refik Halid Karay, böylesi bir müzenin yandaşı değil. Gerçi müzelerde geçmiş zaman medeniyetinin örneklendirilmesine karşı çıkmamış. Ama, 1939’da kaleme aldığı bir yazıda, o günkü “harap” Boğaziçi’nin olduğu gibi durmasını salık vermiş. Bilhassa “çimento”dan ürkmüş. Yaşamak dolu Refik Halid’e müzeler herhalde pek cansız, ölgün, kasvetli gelirdi.
On altı yıl sonra, yine 1955’te Abdülhak Şinasi, bu kez de, “yalıların sonuncuları”nı ille korumamız gerektiğini hüzünle söyler. Geçen zaman, Refik Halid’in “harap” haliyle kalmasını istediği Boğaziçi’ni büsbütün çökertmiştir. “Zaten bunların sayıları, bugün, Rumeli kıyısında, belki bir, iki ve Anadolu kıyısında belki sekiz, on olmak üzere, bütün Boğaziçi’nde bir düzineyi dolduramamaktadır.”
Boğaziçi’nin başına gelen, İstanbul’un da başına gelmiştir, birçok Anadolu kentinin de. Bilinçsiz yenilik özlemleri ve yaptırımları, besbelli, şehirlerimizin öz anlamlarını bir canavar iştihasıyla silip süpürmüş.
20 Eylül 2008 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder